Rafta duran eskimiş büyük sözlüğü çıkarıp, parmağını dilinin ucuna değdirerek hafifçe ıslattı yaşlı adam. Sonra yavaşça, ne aradığını bilerek çevirmeye başladı sayfaları. Yaşına göre şaşırtıcı derecede iyi denebilecek bir göz keskinliğine sahipti. Bu yüzden onu izleyen birkaç kişi elinde tuttuğu kırmızıdan mora çalan, eskimiş ve bir o kadar da yıpranmış kalınca bir kitabı gözlük kullanmadan okumaya çalışmasına şaşırmıştı. Yaşlı adamın sözlüğün sayfalarını karıştırırken aradığı neydi peki? Okuduğu bir kitap onu düşündürüyor, kitapta geçen bir kelime yüzünden günlerdir sözlükleri karıştırıyordu. Bu, bilmem kaçıncı sahafta bulduğu, sayısını bile hatırlamadığı sözlüklerden biriydi. Oysa kendisi bir sözlük yazacak olsa -ki bir ara denemişti bunu ama yazmanın araştırmaktan sonra geldiğini anlayınca sözlük yazma işini rafa kaldırmıştı- yazdığı sözlüğü bitirdiğinde kendi diline ait, kimsenin bilmediği bir tek kelime bile eksik kalmayacaktı. Bu konuda bu kadar ince düşünmesi boşuna değildi, kelimeleri önemserdi. Çünkü her kelime derin anlamlar içerirdi ve kullanıldığı yerde sanat, aşk hatta ölüm emri yaratırdı. Yaşlı adamın elindeki sözlüğün yazarı belli değildi, dahası bunu anlayacak olduğu birkaç sayfası da yırtılmıştı, sözlük gerektiği gibi muhafaza edilmemişti. Üzüldü bu duruma. Kendi kendine ‘‘Ya...’’ dedi; ‘‘Bir gün bende böyle bir sözlük yazarsam ve sözcüklerle birlikte beni de kimse hatırlamazsa, kimseye dokunmazsa ismim.’’ Onca çaba, emek, en azından ismimin okunması ile ödüllendirilemez mi diye düşündü? Eli sözlüğün herhangi iki sayfası arasında düşüncelere daldı birkaç dakika, dudakları hüzünlü bir şekilde aralandı ve gözlerine birkaç damla yaş birikir gibi oldu. Son zamanlarda çok hüzünleniyordu zaten. Olur olmaz dalıyor, geçmişini gözden geçiriyor ve kitaplarına ne kadar değer verdiği aklına geliyordu. Sadece kitapları yüzünden, bir aile kuramadığını çünkü ilk karısının kitapların yarattığı dağınıklıktan dolayı ondan ayrıldığını, kitaplara ve sözcüklere gösterdiği ilgiyi ailesine, çevresine, ilişkilerine göstermediğini söylediğini hatırlıyordu. Oysa bilseydi karısı, ya da adamın anlatmasına fırsat verseydi, en değerli kitabı oydu. Kendini toparladı adam, sayfaları çevirmeye başladı tekrar. Düşünme dedi kendi kendine, dalıp gitmenin sırası ve zamanı değil. Aradığı sözcüğü bir türlü bulamadı. Tekrar ve tekrar karıştırdı sayfaları, bir kuyumcunun değerli bir mücevheri işlemesi gibi yavaşça, titiz ve kendinden emin bir şekilde. Fakat bir türlü aradığı kelimeyi bulamadı. Yine bir hüzün çöktü üzerine, rengi kırmızıdan mora çalan kitabın kapağını kapattı. Sözlüğü eline alıp ağır adımlarla kasaya yürüdü, kitabı kasadaki sevimli, kibar ve işe yeni başlamış olduğunu düşündüğü kıza uzattı. ‘‘Ne kadar?’’ diye sordu. ‘‘Bu sözlük...’’ dedi kız ve kapı çaldı. Uyandı yaşlı adam, yine televizyon izlerken eski, yeşil, cefakar koltuğunda uyuyakalmıştı. ‘‘Kim acaba?’’ dedi kendi kendine, televizyonu kapatıp kapıya yöneldi.
Vicdan denilen kelimenin ne olduğunu öğrenmek için önce gözyaşlarının değerini bilmelisiniz. Zaman her şeyin çaresidir derler. Zamanla gözyaşları da azalır vicdan da soğur. Soğuyan vicdanlarımızı öldürmeyelim isterim oysa. Zaman duyguları, sevinçleri, benlikleri hafızalardan bir bir siliyorken farkında olmadan kendi vicdanımızı bir köşede soğutup kurak, yitik ölü bir toprağa çevirmeyelim. Ben istemezdim mesela ömrümün ilerleyen zamanlarında sol yanımda yaptıklarım için bir ağırlık hissetmeden uyanmayı, geriye dair iyi yada kötü de olsa vicdanımda hislerin kalmadığını hissetmek istemezdim. Ben istemezdim mesela akşamları başımı yastığa koyduğumda düşüncelere boğulup uykularım kaçsa da hesap verememeyi kendime istemezdim. Düşünüyorum şimdi zaman gerçekten her şeyin çaresi mi acaba? Dertlerin, elemlerin, tasaların tüm bunların çaresi zaman mı? Peki ya bunlarla birlikte her geçen gün biraz daha yitirdiğimiz masum duygularımız, düşüncelerimiz, değişen kişiliklerimiz ve tüm bunların yanında
Yorumlar
Yorum Gönder